İman Nedir?
İman Nedir, kaç kısıma ayrılır?
İcmâli İman Ne Demektir?
Tafsilî İman Neye Denir?
Dînin Zaruriyâtı Nedir?
Âmentü Nedir, Âmentü'de Yer Alan İman Esasları Nelerdir?
İman Nasıl Bir Şeydir?
İmanı Dil ile Söylemek de Lâzım mıdır?
Amel ve İbâdetin, İman ile Alâkası Nedir?
Tasdik ve İnkâr Bakımından İnsanlar Kaça Ayrılır?
İmanın Mahiyeti Nedir?
İmanda Mertebe ve Gelişme Söz Konusu mudur?
Günümüzde Taklidî İman Kâfi midir?
İmanın İnsan İçin Önemi Nedir?
İnsanlar Bu Dünyaya Nereden ve Niçin Gelmişlerdir?
İnsanlar Bu Dünyaya Ne Halde Gelirler?
Kâlû Belâ Ne Demektir ve Ne Zamandan Beri Müslümanız?
İman Nedir, kaç kısıma ayrılır?
İman, lügatte, bir şey'e tereddütsüz inanmak ve kesin olarak, içten ve yürekten bağlanmak demektir.
Dinî mânâsı ise, Allah'ın varlığına, birliğine, tereddütsüz inanmak ve Hz. Muhammed'in (asm) peygamber olduğunu ve bize bildirdiği şeylerin hepsinin hak ve doğru bulunduğunu, hiçbir şübhe duymadan kabûl ve tasdik etmektir.
İman iki kısma ayrılır:
1. İcmalî îman,
2. Tafsilî îman.
İcmâli İman Ne Demektir?
Peygamberimizin Allah'tan alıp haber verdiği şeylerin hepsine birden, topluca inanmak demektir.
Bir kimse, mânâsını bilerek ve kabûl ederek:
"Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlüllah" dese icmalî olarak îman etmiş olur.
Bu cümleye, Kelime-i Tevhid denir. Mânâsı şudur:
Lâ ilâhe illâllah: Allah'dan başka hiçbir ilâh ve hakikî ma'bud yoktur.
Muhammedün resûlüllah: Muhammed (asm), Allah'ın Resûlü ve Peygamberidir.
Tafsilî İman Neye Denir?
Peygamberimizin Allah'tan haber verdiği şeylerin herbirini delilleriyle bilip inanmaktır. Diğer bir ifadeyle, dinin zaruriyatını bütün tafsilât ve teferruâtıyla öğrenip tasdik etmek demektir.
Dînin Zaruriyâtı Nedir?
Dînin zaruriyâtı, Âmentü'de yer alan 6 îman esası ile dînin namaz, oruç, hac, zekât gibi farz kıldığı ibâdetler ve adam öldürmek, içki içmek, zinâ yapmak gibi haram saydığı fiillerdir.
Bunları, her Müslümanın teferruâtı ile bilmesi ve inanması şarttır.
Âmentü Nedir, Âmentü'de Yer Alan İman Esasları Nelerdir?
Âmentü, her Müslümanın inanması, kabûl edip tasdik etmesi farz olan îman esaslarından ibarettir.
Âmentü'de yer alan îman esasları 6'dır ve şunlardır:
1. Allah'a inanmak,
2. Meleklerine inanmak,
3. Kitablarına inanmak,
4. Peygamberlerine inanmak,
5. Âhiret gününe, öldükten sonra dirilmeye inanmak,
6. Kadere, hayır ve şerrin Allah'dan olduğuna inanmak.
Âmentü'nün ifadesi şöyledir:
Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî vel-yevmil-âhiri ve bil-kaderi hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ vel-ba'sü ba'del-mevt hakkun eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.
Mânâsı ise şöyledir:
Âmentü billâhi: Ben Allah'ın varlığına, (bir)liğine, eşi ve benzeri olmadığına, bütün yüceliklere sahip ve her türlü noksanlardan münezzeh olduğuna inandım.
Ve melâiketihî: Allah'ın meleklerine de inandım.
Ve kütübihî: Allah'ın Kitablarına da inandım.
Ve rusülihî: Allah'ın Peygamberlerine de inandım.
Ve'l-yevmil-âhiri: Âhiret gününe de inandım.
Ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ: Kadere de, bize iyilik ve kötülük, hayır ve şer olarak görünen her şey'in Allah'ın ilmi, kanunu ve yaratmasıyla olduğuna da inandım.
Ve'l-ba'sü ba'de'l-mevti: Öldükten sonra dirilmeye (ve dirileceğime) de bütün kalbimle inandım. Hepsi hak ve gerçektir.
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû: Ben şehâdet ederim ki, Allah'dan başka hiçbir ilâh ve hakikî ma'bud yoktur ve yine şehadet ederim ki,
Hz. Muhammed, Allah'ın kulu ve peygamberidir.
Bu son cümleye Kelime-i Şehadet, yani, şehadet cümlesi denir.
İman Nasıl Bir Şeydir?
İman, kalbi ve vicdanı ilgilendiren bir haldir. İman esaslarına kalbden inanıp bağlanan bir kimse, mü'min, yani, îmanlı sayılır. İmanda asıl olan, kalbin tasdikıdır.
İmanı Dil ile Söylemek de Lâzım mıdır?
Dil ile söylemek imanın şartı değildir. İnsan dil ile imanını itiraf etmese bile, kalben inandıktan sonra mü'min sayılır. Ancak îmanını dili ile söylemeyen bir kimsenin kalbindeki îmanını biz nasıl bileceğiz?
Bu sebeble, dil ile söylemek, kişinin îmanı hakkında hüküm verebilmek ve öldüğünde kendisine Müslüman muamelesi yapabilmek için gereklidir. Bunun içindir ki îmanın rüknü, "kalb ile tasdik, dil ile ikrardır" denilmiştir.
Burada îmanını dili ile söylemek aslî rükün değil, kişinin îmanı hakkında hüküm verebilmek için gereken şarttır. Cemaatle namaz kılmak, dinî bir vecibeyi yerine getirmek de, îmanını dil ile ikrar gibidir, hattâ ondan daha kuvvetli bir alâmettir. Bu konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Sık sık camiye gittiğini gördüğünüz kimsenin îmanına şehadet ediniz. Çünkü Allah Teâlâ, Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îman edip namaz kılan ve zekât veren kimseler îmâr eder' (et-Tevbe, 18) buyurmaktadır."
Dil ile ikrâr, îmanın temel şartı olmadığı için, bir zorlama durumunda veya buna benzer bir mâzeret karşısında kalben değil, sadece dil ile inancını inkâr etmek, îmana aykırı söz söylemek dînen câiz olur. Böyle bir duruma mecbur kalan kimse îmandan çıkmaz, kalben tasdikini koruduğu için de mü'min sayılır.
Nitekim Asr-ı Saâdette Ashabdan Ammâr bin Yâsir, mâruz kaldığı ağır baskı ve işkencelere tahammül edemiyerek imanını diliyle inkâr etmiş, böylece uğratıldığı işkencelerden kurtulmuştur.
Resûlüllah Efendimiz, onun bu hareketini tasvib etmiş; kalb îman ile dolu iken, zor karşısında inkârın, bu îmana zarar vermiyeceğini belirtmiştir.
Amel ve İbâdetin, İman ile Alâkası Nedir?
Amel, insanın inandığı şeyleri yaşaması, dînin emrettiklerini yerine getirmesi, yasakladığı şeylerden de kaçınması demektir. Amelin îman ile yakından alâkası vardır. İnsan önce bir şey'i benimser, doğruluğuna inanır, sonra da o inandığı şey'i yaparak yaşar. Bununla beraber amel, îmanın bir parçası değildir. Yani, insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dahi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz. Sadece günahkâr olmuş olur.
Ne var ki, amel ve ibâdet, kalbdeki îmanı kuvvetlendirir, te'sirini artırır, insanı kemâle ve olgunluğa ulaştırır. İnsanın inancının gereğini yapmaması ise, imanın insan davranışları üzerindeki müsbet te'sirinin zamanla kaybolup zayıflamasına yol açar. İnsan davranışları üzerinde îmanın te'sirleri zayıfladıkça menfî duygular, kötü huylar, zararlı arzûlar, günahlar, insanın his dünyasını kaplar. Bâzan bu hâl, onu küfre, yani, îmanını kaybetmeye bile götürür.
Çünkü işlenen herbir kötülük ve günah, dînin emirlerine zıd her bir amel ve hareket, kalbe işleyip îman nûrunu lekeler ve siyahlandırır.
Peygamber Efendimiz bu duruma, şu ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır:
"Bir günah işliyen kimsenin kalbinde, siyah bir leke hâsıl olur."
Günahlar tekrarlandıkça kalbdeki siyahlık artar, îmanın nûru gitgide zayıflamaya yüz tutar. Bu hâl, kalbin bütünüyle kararıp katılaşmasına, îman nûrunun tamamen sönüp kaybolmasına kadar devam eder. Bunun içindir ki, "Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var" denilmiştir.
Günahkâr İnsan İnancını Kaybetmemek İçin Ne Yapmalıdır?
İnancının gerektirdiği vazifeleri yapmamanın bir kusur ve günah olduğunu daima hatırlayıp üzüntü duymalıdır. Allah'tan, dînin emirlerini yapmak ve îmanın îcaplarını yaşamak konusunda sabır ve yardım dilemeli; işlediği günahlara tevbe ve istiğfarla mukabelede bulunmalıdır.
Ancak bu takdirde insan, günahların îman üzerindeki menfî te'sirlerinden kendini koruyabilir. İnancını kaybetmek tehlikesinden kurtulabilir.
Tasdik ve İnkâr Bakımından İnsanlar Kaça Ayrılır?
Üçe ayrılır:
1 - Mü'minler,
2 - Kâfirler,
3 - Münâfıklar.
- İslâm dîninin inanılması farz olan temel hükümlerine tereddütsüz inanıp tasdik eden kimseye mü'min denir.
-Âmentü'de yer alan îmanî esaslardan veya Allah'ın uyulmasını farz kıldığı emir ve yasaklarından herhangi birine inanmayan kimseye kâfir denir.
- Dışa karşı inanmış görünüp de kalbinden inkâr eden kimseye münâfık denir.
İmanın Mahiyeti Nedir?
İmân, mâhiyet itibariyle, Allah'ın insanlara en büyük lütuf ve ihsanıdır. Allah onu dilediği kullarına nasib eder. Ne var ki bu nasiplenmede, kulun hiçbir rolünün olmadığı da söylenemez.
Bil'akis, insan önce kendi tercih ve iradesini kullanarak, îman ve hidâyete istekli olacaktır. Bu talep ve istek üzerine Cenâb-ı Hak da ona îman ve hidâyet nasip edecektir. Bu sebeble İslâm büyükleri îmanı, "Cenâb-ı Hakk'ın, istediği kulunun kalbine, o kulun cüz'î irade ve ihtiyarını sarfetmesinden sonra koymuş olduğu bir nûrdur" diye tarif etmişlerdir.
İmanda Mertebe ve Gelişme Söz Konusu mudur?
Bir çekirdek, nasıl büyüyüp ağaç olana kadar büyük bir gelişme ve inkişaf gösteriyorsa, îman da öyledir.
İslâm âlimleri, imânı önce iki mertebeye ayırmışlardır:
1- Taklidî îman,
2- Tahkikî îman...
Taklidî îman: Ana - babadan, hocadan, muhîtten duyduğu ve öğrendiği şekilde, mes'ele üzerinde hiçbir akıl yürütmeden îman esaslarına bağlanmak demektir. Taklidî îman, inanç esaslarına, şuuruna ve teferruatına vâkıf olarak bir inanma olmadığı için, bilhâssa bu zamanda bâzı şübhe ve vesveselere mâruz kalabilir ve sarsılıp yıkılma tehlikesi geçirebilir:
Tahkikî îman ise: İmâna âit bütün mes'eleleri delilleriyle, tafsilâtlı ve teferruatlı bir surette bilmek, tasdik etmek, tereddütsüz inanmaktır. Böyle bir îman şüphe ve vesveseler karşısında sarsılıp yıkılmaktan kendini koruyabilir.
Tahkikî îmanın da pek çok mertebesi vardır.
Bu mertebeleri İslâm âlimleri başlıca üç kısma ayırmışlardır:
1- İlme'l-yakîn mertebesi: İmânî mes'eleleri ilmen, tam teferruat ve tafsilâtıyla, delilleriyle bilmek ve inanmaktır.
2- Ayne'l-yakîn mertebesi: İmanî mes'eleleri gözle görmüş, doğruluklarını bizzat müşahede etmiş gibi bilmek ve inanmaktır. Gözle görmekle ilmen bilmek, insana kanaat vermesi bakımından çok farklıdır. İnsan bir şey'i tereddütsüz, kesin olarak bilebilir, ama bir de gözleriyle görünce kanâatı kat kat artar. Amerika'nın varlığını ilmen bilmekle, bizzat görmek gibi... İşte îmanın ayne'l-yakîn mertebesi de, îman esaslarına gözle görmüş kat'iyetinde inanma hâlidir.
3- Hakka'l-yakîn mertebesi: İmanî mes'eleleri görmekten ayrı, bizzat yaşayarak, içine girerek kabûl ve idrâk etmek demektir. İmanın bu üç mertebesini îzah bakımından şöyle bir misal verilmektedir: Bir yerden duman yükseldiğini uzaktan görmekle insan bilir ki, o yerde ateş yanmaktadır. Dumanı görmek suretiyle ateşin varlığını bilmek, ilme'l-yakîn inanmaktır. Sonra, duman çıkan yere gidip ateşi gözümüzle gördüğümüzü farzetsek, bu da ateşin varlığına ayne'l-yakîn inanmaktır. Bir de ateşin bizzat yakınına gidip sıcaklığını hissetmek, elimizi aleve doğru tutup yakıcılığını duymak suretiyle ateşin varlığını bilmek vardır ki, buna da hakka'l-yakîn inanma denilir.
Günümüzde Taklidî İman Kâfi midir?
Yukarıda belirttiğimiz gibi bu zamanda taklidî îman pek çok vesvese ve şübhelerle karşılaşmakta ve o şübheler karşısında sarsılıp yıkılmaya mâruz bulunmaktadır. Taklidî îmanın eskiden yeterli olduğu halde, günümüzde yetersiz kalış sebebini, Ali Fuad Başgil, şu şekilde îzah etmektedir:
"İnsanlar her devirde din ve mâneviyat kuvvetine muhtaç olmuşlardır. Fakat bu ihtiyaç, zamanımızda bir zaruret hâlini almıştır. Eskiden atalarımız gayet basit bir din bilgisi ve görenek hâlinde "taklidî" bir îman ile rahatça yaşıyorlardı. Çünkü onlara bütün içtimaî muhît (çevre) mâneviyat telkin ediyordu. Bugün durum tamamıyle değişmiştir. Din duygusu zayıflamış, eski dinî hürmet terbiyesi yerini, küstahca bir saygısızlık almıştır. Bugün aile daralmış ve bağları gevşemiştir. Aile yükü sırf karı-kocanın omuzlarına çökmüş, ana-babalar iktisadî ihtiyaçlar karşısında çocuklarının dinî terbiyesine yetişemez olmuşlardır. Öbür taraftan mektep ve üniversiteler âdeta din aleyhtarı propaganda ocakları hâlini almıştır. İnatçı münkirlerin tezyif ve temerrüdleriyle bir kat daha bulanıklaşan böyle bir hava içinde, bugün artık basit bir din bilgisi kâfi gelmez olmuştur.
Din nedir? İlim ile münasebeti nedir? İlim karşısında bugün din ne yapmalı ve nasıl bir vaziyet almalıdır? gibi sorular, şimdi her zamandan çok zihinleri tırmalamaktadır. Hususiyle aydın gençlerin bu soruların cevaplarını bilmeye ihtiyaçları vardır."
(Din ve Lâiklik)
Gerçekten de, bugün verilecek bir din bilgisinin ve îman dersinin ilimle îmanı mezceden, akıl ve mantığa îmanî mes'eleleri kabûl ettiren tahkikî bir muhtevâda olması şarttır. Yoksa, basit bir din dersi, görenek hâlindeki taklidî bir îman bilgisi, günümüz insanlarını - özellikle de gençlerini - tatmîn etmekten çok uzak kalacaktır.
İmanın İnsan İçin Önemi Nedir?
1. İman, insanın yaratılma sebebidir. Yani o, Yaratanını îmanla tanımak ve ibâdet etmek için yaratılmıştır. İnsan bu yaratılış gayesine uygun hareket ederse âhirette ebedî saadete nail olacak, cennete girecek, aksi takdirde cehenneme atılacak, ebedî şekavet ve bedbahtlığa mâruz kalacaktır. Bu bakımdan îman, insan için ebedî saadeti kazanma vesilesidir ve cennete giriş anahtarıdır. İmansız cennete girilmez. Bu cihetle insanın îman etmesi ve bu îmanını son nefesine kadar kaybetmeden veya zayıflatmadan muhafaza etmesi, dünyadan da, dünya içindeki herşeyden de daha kıymetli bir nimettir.
İmanın bu büyük öneminden dolayıdır ki, Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde arapça var:
"İmânınızı lâ ilâhe illâllah diyerek yenileyiniz" buyurmuş; îmanı yenilemenin ve muhafaza etmenin ehemmiyetine dikkatimizi çekmiştir. "İmânın her an zayıflama ve kaybolma ihtimali mi var ki, devamlı yenilenmesi emrediliyor?" gibi bir suâl akla gelebilir.
İmânı yenileme konusunu Bediüzzaman, akla gelen bu suâle de cevab olacak şekilde şöyle izah etmektedir:
"İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdîd-i îmana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünki, zaman altına girdiği için, o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.
Hem insanda bu taaddüd ve teceddüd olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir; daima tenevvü' ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İmân ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilâhe illâllah ise, o nuru açan bir anahtardır.
Hem insanda, madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit îmanını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hîleleri ederler, şübhe ve vesveselerle îman *ûrunu kaparlar.
Hem, zâhir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bâzı İmamlar nazarında küfür derecesinde te'sir eden kelimât ve harekât eksik olmuyor.
Onun için her vakit, her saat, her gün tecdîd-i îmana bir ihtiyaç vardır." (Mektûbât)
Bu ifadelerde, üç noktadan îmanı yenilemenin zarureti üzerinde durulmaktadır:
Birinci nokta: İnsanın yaşadığı zaman ve içinde bulunduğu mekân, temas ettiği çevre itibarı ile hâlet-i ruhiyesi, düşüncesi, anlayışı sık sık değişebilmektedir. Mâruz kaldığı hâdiseler, yaptığı işler, temas kurduğu insanlar, onda müsbet veya menfi izler bırakmaktadır.
Bu durumu Peygamber Efendimiz de şu şekilde beyan buyurmaktadırlar:
"Mü'minin kalbi, kaynayan tencereden daha çok değişikliklere mâruzdur..."
"Kalb, serçe kuşu gibidir. Her an bir tarafa yönelir."
"Kalb, kırda atılmış bir kuş kanadı gibidir. Rüzgâr bu kanadı nasıl altüst çevirirse, kalb de öyledir."
İnsan kalbinin ve ruh hâletinin bu derece dış te'sirlere mâruz olması sebebiyledir ki, hadîsde, sık sık Lâ ilâhe illâllah diyerek îmânın yenilenmesi emredilmiştir.
İkinci nokta: İnsanda nefis, hevâ ve vehim gibi menfî duyguların bulunması ve şeytanın devamlı vesvese vermeye ve kötülüğü telkine çalışması gerçeğidir. Gafletli bir ânında bu menfi telkinlerin, insanı îmanda şübheye düşürmesi muhtemeldir. Böyle bir duruma düşmemek için de, tecdîd-i îmana ihtiyaç vardır.
Üçüncü nokta ise: Şeriatın zâhirine aykırı düşen ve bâzı din âlimlerinin nazarında küfür bile sayılan bâzı kelime ve sözlerden, insanın tamamıyla uzak kalamadığıdır. Bu sebeble de, Lâ ilâlhe illâllah diyerek imanı yenilemeye zaruret vardır.
İmanı kuvvetlendirmenin ve muhafaza etmenin bir başka yolu da onu taklidî mertebeden kurtarıp tahkikî hâle çevirmektir. Bu da ancak îman hakikatlerini tahkikî bir surette ders veren, akla gelebilecek her türlü şübhe ve vesveselere cevap veren îmanî eserleri okumak ve devamlı îmanî konularda sohbetler yapmak suretiyle olur. İnsan îmanını taklidden tahkîka çıkarırsa, artık onun için îmanını kaybetmek, son nefesde âhirete îmansız gitmek gibi bir durum söz konusu olmaz.
İslâm âlimleri, sekerat vaktinde şeytan'ın bütün hîle ve vesveseleri ile gelip insanı aldatmaya ve îmanını almaya çalışacağını söylemişlerdir. Bu yüzden de sekerat vaktinden korktuklarını belirtmişlerdir.
İşte insan, sekerat vaktindeki bu gibi tehlikelerden, tahkikî îman sayesinde korunabilir. Çünkü tahkikî îmanda, îman sadece akılda kalmış değil; kalbe, ruha, diğer duygu ve lâtifelere de sirayet edip yerleşmiş haldedir. Şeytan insanın aklındaki îmanını zedelese bile, eli, öteki duygulara yerleşmiş olan îmanı söküp almaya yetişemez. Böylelikle de kişi, yine îmanlı kalmış, îmanla vefat etmiş olur.
2. İman, aynı zamanda, insan için büyük bir moral kaynağı ve sağlam bir istinad noktasıdır. Hakikî imanı elde eden insan, bütün kâinata meydan okuyabileceği gibi, îmanının kuvveti nisbetinde başına gelen hâdiselerin tazyik ve baskısından da kurtulabilir.
Tarihlere şan veren, destanlar yazdıran zaferlerimiz, hiç şübhesiz îmanın insana kazandırdığı güç ve kuvvete güzel bir misaldir.
İmanlı insan, başına ne derece büyük bir hâdise gelirse gelsin, îmanın verdiği tevekkül ve teslimiyetle, kadere rıza duygusu ile o hâdise ve musibetleri metanetle karşılayabilir; sabır ve tahammül ile göğüs gerebilir. Ümidsizliğe, bedbinliğe düşmez. İsyan ve feryada başvurmaz.
Bu, ona îmanın kazandırdığı güç ve kuvvetten ileri gelmektedir. İmansız insanların basit bir hâdise, küçük bir musibet yüzünden intihar edip hayatlarına son verecek derecede ye's ve ümidsizliğe kapıldıkları çok sık görülen olaylardandır. İslâm ülkelerinde intihar, hemen hemen hiç görülmezken, dünyanın en medenî ve müreffeh ülkelerinde intihar vak'alarının her geçen gün artması da bunu te'yid etmektedir. İmanın insana kazandırdığı kuvvet ve direnme gücüne,
Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şu şekilde işâret buyurmuşlardır:
"Mü'min yeşil bitkilere benzer. Eksik olmayan felâket rüzgârları onu eğer, fakat kıramaz. Bil'akis hayat ve sıhhat bulmasına sebeb olur.
Münâfık (ve kâfir) ise, kuruyan bitki gibidir. Felâket rüzgârlarından yaprakları dökülür, gövdesi kırılıp hayatı söner."
"Hayret edilir mü'minin haline. Ona iyilik gelse şükreder, kötülük gelse sabreder.
Böylece her iki hâlini de hakkında hayırlı kılar."
İnsanlar Bu Dünyaya Nereden ve Niçin Gelmişlerdir?
İnsanlar bu dünyaya, ruhlar âleminden gelmişlerdir. Allah, insanların bedenlerinden evvel ruhlarını yaratmıştır. Daha sonra her bir ruha ayrı bir beden elbisesi giydirerek onları şu dünyaya göndermiştir.
Allah'a îman ve O'na ibâdet için gelmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulur:
"Cinleri ve insanları, ancak beni tanıyıp îman etsin ve ibâdette bulunsunlar diye yarattım." (ez-Zâriyât, 56).
İnsanlar Bu Dünyaya Ne Halde Gelirler?
Bütün insanlar, bu dünyaya İslâm fıtratı üzere, yani, Müslüman doğarak gelirler. Sonradan büyüyünce herbiri ya kendi akıl ve iradesini iyiye kullanarak İslâm fıtratı üzere yaşamaya devam eder, Müslümanca bir hayat sürerler...
Veya menfî çevrelerin te'sirinde kalarak, bu temiz fıtratlarını değiştirir, İslâm'ın dışında bir hayat sürmeye başlarlar. Bu hususa Peygamberimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şu şekilde işaret buyurmuşlardır:
"Her doğan, İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra onu, anası - babası (yakın çevresi) Yahudî, Hıristiyan ve Mecusî yapar."
Kâlû Belâ Ne Demektir ve Ne Zamandan Beri Müslümanız?
Kâlû Belâ'dan beri Müslümanız.
Allah dünyayı ve içindeki varlıkları yaratmadan evvel, öncelikle gelmiş ve gelecek bütün insanların ruhlarını yaratmıştır.
Bunları ruhlar âlemi denilen bir âlemde bir araya getirmiştir. Daha sonra hepsini birden huzurunda toplayarak kendilerine hitâben:
-Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sormuştur. Ruhlar da:
Evet, sen bizim Rabbimizsin, diye cevab vermişlerdir. "Ancak sana ibâdet eder, senden yardım dileriz" demişlerdir. İşte bu konuşmanın vuku' bulduğu zamana, Kâlû Belâ denir.
Allah daha sonra insan ruhunun bu sözünde ne derece samimî ve doğru olduğunu ortaya çıkarmak için, şu dünyayı bir imtihan yeri olarak yaratmıştır.
Ve her bir ruhu ayrı bir bedene yerleştirerek, onları belli zaman aralıklarıyla şu imtihan meydanına göndermiştir. Böylece insanın önüne iki yol açılmıştır:
Ya akıl ve iradesini iyiye kullanarak Kâlû Belâ'daki gibi Allah'ı Rab tanımakta devam edecektir.
Yahut da iradesini ve aklını kötüye kullanarak Rabbini ve Allah'ını inkâr edecek, O'na kulluktan kaçacak, şeytan'ın yoluna sapacaktır.
Allah'a sonsuz şükürler olsun ki, biz Müslümanlar, Kâlû Belâ zamanında Rabbimize verdiğimiz sözde duran kimseleriz.
İnşâallah son nefesimize kadar da bu sözümüzde durmaya devam edeceğiz..